TS'de sahte yazılı bilgi notunu milletvekili Ahmet Hacıosman'a bürosunda verdiğim iftirası tutmayınca, bu sefer de yine benim hakkımda, Mehmet Berat'a yazılı olarak verdiğim iftirası atıldı.
Bu yeni iftira hakkında da, Ahmet Hacıosman'da olduğu gibi, Mehmet Berat'ın da elimde konuyla alakalı ses kaydı bulunmaktadır. Mehmet Berat ses kaydında benden yazılı bilgi notu almadığını itiraf etmektedir. Şimdi bu ses kaydını dinleyince, yine herkes kimlerin ısrarla iftira etmek için uğraştığını farkedecektir. Buyurun seyredin:
21 Ağustos 2010 Cumartesi
9 Haziran 2009 Salı
Dernekleşme özgürlüğü ve yargının tutumu
Azınlıkça
Sayı:47
Mayıs 2009
Azınlığımızın dernekleşme özgürlüğü meselesi neredeyse son otuz yıldır kamuoyunu meşgul ediyor ve öyle görünüyor ki, etmeye de devam edecek.
Yargı çevrelerinin dillerine pelesenk etmiş oldukları biz söz var, o da yargının bağımsız ve tarafsız olduğu veya olması gerektiği. Fakat bir yargı düşünün aynı konuyla ilgili bölgelere göre farklı içtihatlarda bulunup birbirinden farklı kararlar verebiliyor; üstelik aynı konuda.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yunanistan’ı dernekleşme özgürlüğünü ihlâl ettiği gerekçesiyle mahkûm ededursun, yargının AİHM’nin kararlarını kaale almaya niyeti pek yok gibi.
Diğer yandan son yıllarda azınlık içerisinde kültürel faaliyetleri barındıran birçok yeni dernek kuruldu. Neredeyse her köyde sportif veya kültürel etkinlikleri yayma amaçlı dernek veya birliğin kurulmasına izin verildi.
Fakat gel gelelim bazı yargı mensupları hiç çekinmeden sığ düşünceli kararlar verebiliyorlar. İskeçe ve Rodop illerinde “azınlık” kelimesini içeren ve kurulmasına izin verilen eğitim ve kültür derneklerinin bugün için Evros ilinde kurulmasına izin verilmiyor. Gerekçe ise isminde “azınlık” kelimesinin olması.
Bilindiği üzere geçenlerde “Batı Trakya Azınlığı Güney Meriç Kültür ve Eğitim Derneği”nin kuruluş dilekçesi Dedeağaç Mahkemesi tarafından reddedildi. Gerekçe “azınlık” kelimesiyle hangi azınlığın kastedildiğinin belli olmadığı şeklinde açıklandı. Rodop ve İskeçe illerinde ise isminde “azınlık” kelimesi bulunan birçok kültür ve folklor dernekleri kuruluyor.
Rodop ilinin Şapçı kasabasında geçen yıl kurulan “Şapçı Azınlık Kültür ve Folklor Derneği” bunlardan en yeni olanı. Fakat 30 kilometre mesafedeki Evros ilinde yargı, isminde “azınlık” kelimesi bulunan benzer bir derneğin kurulmasını reddediyor.
İşin enteresan tarafı, Evros ilinde 1997 yılında kurulan ve isminde “azınlık” kelimesini bulunduran “Azınlık Seçek Eğitim ve Kültür Derneği” var ve bu dernek faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürüyor. Şimdi aynı ilde benzer bir derneğin kuruluş dilekçesi ise reddediliyor. Gerekçe ise saçma, çünkü bırakın azınlık derneğini veya herhangi bir azınlık sivil toplum örgütünü, bölgedeki azınlık köylerinde faaliyet gösteren bütün ilkokullar bile “azınlık ilkokulu” diye bizzat devletin kendisi tarafından resmî olarak adlandırılıyor. Kuruluş dilekçesini reddeden hâkim, eğer “azınlık” kelimesinden kimlerin kastedildiğini anlayamıyorsa, Milli Eğitim ve Dinişleri Bakanlığı’na bölgedeki ilkokulların neden “azınlık” ilkokulu diye adlandırıldığını sorabilir!..
Yargının siyasallaşmadan bağımsızlığını koruması gerekir. Yargı, vatandaşlara eşit davranmak zorundadır. Herkes istediği şekilde kendi derneğini kurabilmelidir. Öncelikle kendini “Pomak” ve “Çingene” olarak adlandırmak isteyene nasıl saygı duyulması gerekiyorsa, “Türk” veya “azınlık” olarak adlandırmak isteyene de saygı duyulmalı ve bu saygı ilkesi örgütlenme özgürlüğüne de yansıtılmalıdır.
Öncelikle yargı, kendisini “azınlık” veya “Türk” olarak tanımlamak isteyenleri de saygıyla karşılamalı ve dernekleşme alanında bu saygı ilkesinden ayrılmamalıdır. Eğer bir grup azınlık bireyi “Türk” veya “azınlık” ismi altında dernek kurmak istiyorsa, kurabilmelidir. Evros ilinde Dedeağaç Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar, yanlış olduğu kadar dayanaksız ve mesnetsiz bir karardır. Bugün için bölgede “azınlık” isminden hangi azınlığın kastedildiğini anlamamak mümkün müdür?
Sonra Rodop ve İskeçe illerinde “azınlık” kelimesini içeren derneklerde azınlık dendiği zaman hangi azınlığın kastedildiği anlaşılıyor da, aynı tanımlama Evros ilinde yapıldığı zaman mı anlaşılmıyor? Peki Evros’taki “Azınlık Seçek Eğitim ve Kültür Derneği”nin ismindeki “azınlık” kelimesinden ne anlamamız gerekiyor? Demek ki, Dedeağaç Mahkemesi’nin kararı tarafsızlık ilkesinden uzak, daha çok siyasî bir karar niteliği taşıyor.
Dileğimiz hiç bir zaman, bir anlığına bile olsa, yargının tarafsızlık ilkesinden uzaklaşmaması ve her zaman bu çerçevede kararlar almasıdır.
*
Sayı:47
Mayıs 2009
Azınlığımızın dernekleşme özgürlüğü meselesi neredeyse son otuz yıldır kamuoyunu meşgul ediyor ve öyle görünüyor ki, etmeye de devam edecek.
Yargı çevrelerinin dillerine pelesenk etmiş oldukları biz söz var, o da yargının bağımsız ve tarafsız olduğu veya olması gerektiği. Fakat bir yargı düşünün aynı konuyla ilgili bölgelere göre farklı içtihatlarda bulunup birbirinden farklı kararlar verebiliyor; üstelik aynı konuda.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yunanistan’ı dernekleşme özgürlüğünü ihlâl ettiği gerekçesiyle mahkûm ededursun, yargının AİHM’nin kararlarını kaale almaya niyeti pek yok gibi.
Diğer yandan son yıllarda azınlık içerisinde kültürel faaliyetleri barındıran birçok yeni dernek kuruldu. Neredeyse her köyde sportif veya kültürel etkinlikleri yayma amaçlı dernek veya birliğin kurulmasına izin verildi.
Fakat gel gelelim bazı yargı mensupları hiç çekinmeden sığ düşünceli kararlar verebiliyorlar. İskeçe ve Rodop illerinde “azınlık” kelimesini içeren ve kurulmasına izin verilen eğitim ve kültür derneklerinin bugün için Evros ilinde kurulmasına izin verilmiyor. Gerekçe ise isminde “azınlık” kelimesinin olması.
Bilindiği üzere geçenlerde “Batı Trakya Azınlığı Güney Meriç Kültür ve Eğitim Derneği”nin kuruluş dilekçesi Dedeağaç Mahkemesi tarafından reddedildi. Gerekçe “azınlık” kelimesiyle hangi azınlığın kastedildiğinin belli olmadığı şeklinde açıklandı. Rodop ve İskeçe illerinde ise isminde “azınlık” kelimesi bulunan birçok kültür ve folklor dernekleri kuruluyor.
Rodop ilinin Şapçı kasabasında geçen yıl kurulan “Şapçı Azınlık Kültür ve Folklor Derneği” bunlardan en yeni olanı. Fakat 30 kilometre mesafedeki Evros ilinde yargı, isminde “azınlık” kelimesi bulunan benzer bir derneğin kurulmasını reddediyor.
İşin enteresan tarafı, Evros ilinde 1997 yılında kurulan ve isminde “azınlık” kelimesini bulunduran “Azınlık Seçek Eğitim ve Kültür Derneği” var ve bu dernek faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürüyor. Şimdi aynı ilde benzer bir derneğin kuruluş dilekçesi ise reddediliyor. Gerekçe ise saçma, çünkü bırakın azınlık derneğini veya herhangi bir azınlık sivil toplum örgütünü, bölgedeki azınlık köylerinde faaliyet gösteren bütün ilkokullar bile “azınlık ilkokulu” diye bizzat devletin kendisi tarafından resmî olarak adlandırılıyor. Kuruluş dilekçesini reddeden hâkim, eğer “azınlık” kelimesinden kimlerin kastedildiğini anlayamıyorsa, Milli Eğitim ve Dinişleri Bakanlığı’na bölgedeki ilkokulların neden “azınlık” ilkokulu diye adlandırıldığını sorabilir!..
Yargının siyasallaşmadan bağımsızlığını koruması gerekir. Yargı, vatandaşlara eşit davranmak zorundadır. Herkes istediği şekilde kendi derneğini kurabilmelidir. Öncelikle kendini “Pomak” ve “Çingene” olarak adlandırmak isteyene nasıl saygı duyulması gerekiyorsa, “Türk” veya “azınlık” olarak adlandırmak isteyene de saygı duyulmalı ve bu saygı ilkesi örgütlenme özgürlüğüne de yansıtılmalıdır.
Öncelikle yargı, kendisini “azınlık” veya “Türk” olarak tanımlamak isteyenleri de saygıyla karşılamalı ve dernekleşme alanında bu saygı ilkesinden ayrılmamalıdır. Eğer bir grup azınlık bireyi “Türk” veya “azınlık” ismi altında dernek kurmak istiyorsa, kurabilmelidir. Evros ilinde Dedeağaç Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar, yanlış olduğu kadar dayanaksız ve mesnetsiz bir karardır. Bugün için bölgede “azınlık” isminden hangi azınlığın kastedildiğini anlamamak mümkün müdür?
Sonra Rodop ve İskeçe illerinde “azınlık” kelimesini içeren derneklerde azınlık dendiği zaman hangi azınlığın kastedildiği anlaşılıyor da, aynı tanımlama Evros ilinde yapıldığı zaman mı anlaşılmıyor? Peki Evros’taki “Azınlık Seçek Eğitim ve Kültür Derneği”nin ismindeki “azınlık” kelimesinden ne anlamamız gerekiyor? Demek ki, Dedeağaç Mahkemesi’nin kararı tarafsızlık ilkesinden uzak, daha çok siyasî bir karar niteliği taşıyor.
Dileğimiz hiç bir zaman, bir anlığına bile olsa, yargının tarafsızlık ilkesinden uzaklaşmaması ve her zaman bu çerçevede kararlar almasıdır.
*
1 Haziran 2009 Pazartesi
Giritli Şevki Babalaki’nin Batı Trakya maceraları
Azınlıkça
Sayı: 46
Nisan 2009
Giritli Şevki Babalaki (veya Babaali), ilk olarak 1922 yılında Gümülcine Müftüsü olarak tayin edilmiş ve 1924 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür. Daha sonraları 1927’lerde Şevki Babalaki’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edildiğini ve 1930 yılına kadar İskeçe müftülüğü görevini sürdürdüğünü arşivlerden öğreniyoruz. Şevki Babalaki’nin ilginç bir kişilik olduğunu dönemin gazetelerinden anlamak münkün. Batı Trakya’da o dönemde müthiş bir kemalist–antikemalist çatışması yaşanıyor. Mustafa Kemal’in inkilaplarını savunanlar ve inkilaplara ölesiye karşı çıkanlar. Şapkalılar–sarıklılar diye mezarlıklar bile ikiye ayrılmış. Dönemin Gümülcine müftüsü Mehmet Nevzat’ın inkilaplara karşı sürdürdüğü sert tutumu yüzünden daha sonraları Dimetoka’ya tayin edildiği bilinmektedir.
Batı Trakya’da o dönemde iki gazete öne çıkıyor. İlginç olanı ise birbiriyle çatışan her iki gazetenin de İskeçe’de çıkması. Biri Mehmet Hilmi’nin çıkardığı “Yeni Adım” diğeri ise Hasan Fehmi’nin çıkardığı “Yarın” gazetesi.
Mehmet Hilmi, İskeçe Türk Birliği’nin kurucusu ve inkılâpların en hararetli savunucusu olarak bilinmekte. Yarın gazetesi sahibi Hasan Fehmi ise Osmanlı’nın son dönem Şeyhulislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin damadı olarak öne çıkmakta. 1927’nin Temmuz ayında yayın hayatına başlayan Yarın’da Sabık Şeyhulislam sıfatıyla Mustafa Sabri Efendi’nin Türkiye hükümeti ve inkilaplarına karşı sert bir dille eleştirel yazıları ve makaleleri yayınlanmakta. Bu çerçevede şapka ve harf devrimleri eleştirilmekte ve devrim karşıtı ve taraftarı olanların kavgaları dönemin özellikle de Yarın ve Yeni Adım gazetelerinin ana tartışma konusu olduğu görülmektedir.
Bu tartışmaların sadece basın alanında kalmayıp dönemin dini ve siyasi kişiliklerine de yansıtıldığını görmekteyiz. Şevki Balalaki ise bu dönemde adeta iki arada bir derede kalmış ve hiçbir tarafa kendisini tam olarak sevdirememiştir. Gümülcine müftülüğü döneminde bir imamı sakal bırakmadığı gerekçesiyle azlettiği bilinirken, İskeçe müftülüğü döneminde İskeçe’nin inkılâp taraftarı beyleriyle birlikte hareket ederek inkılâp karşıtlarının eleştiri oklarını üzerine çektiğini dönemin gazetelerinden öğrenmekteyiz. Şevki Babalaki’nin İskeçe’ye müftü olarak tayinini destekleyen Yarın gazetesi, daha sonraları Şevki Efendi’nin en büyük karşıtı haline gelecek ve hükümetten bizzat azlini talep edecektir.
Yarın gazetesinin 19 Ağustos 1927 tarihli sayısında Şevki Babalaki’den önceki İskeçe müftüsü Süleyman Efendi’nin, Yeni Adım gazetesine gönderdiği yazılı beyanında şapka meselesine karşı olmadığını belirttiği ve Yeni Adım gazetesinin Şevki Efendinin İskeçe’ye müftü tayin edilmesine şidetle karşı olduğunu ve dönemin İskeçe müftüsü Süleyman Efendiyi desteklediğini belirtmektedir. Yarın Gazetesi, müftü Süleyman Efendi’nin inkılâpçıların isteği doğrultusunda Pazaryeri Medresesi müderrisini görevinden aldığını ve medreseyi dağıtmaya çalıştığını da yazmaktadır.
Yarın Gazetesi’nin 22 Temmuz 1927 tarihli ilk nüshasında “İskeçe Müftülüğü” başlığı adı altında yayınlanan yazıda, eski Gümülcine Müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edileceği söylentilerinin olduğunu, bu tayine ise en çok Yeni Adım gazetesinin karşı çıktığını belirtmektedir.
Gazete konuyla ilgili şöyle demektedir: “Bir zamandan beri kasabamızın müftülüğünde tebdilat vuku bulacağı ve sabık Gümülcine Müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe Müftülüğü’ne tayin olunacağı söylenmektedir. Ahali-i İslamiyenin ekseriyet-i azimesi tarafından vaki olan talep ve arzu üzerine husul-ü kuvve-i karibeye gelen bu tebdile Yeni Adım pek muarızdır. Bunun için Şevki Efendi’nin mülteci olduğunu ileri sürerek Türkiye’nin haini tabirine ilaveten son zamanlarda mumaileyhin aleyhinde her nüshasıyla neşriyatta bulunuyor” şeklinde yazmaktadır. Yarın Gazetesi Yeni Adım’ın Şevki Efendi’nin müftü olarak gelmemesi için “tir tir titrediğini” de belirtmektedir.
10 Teşrin-i Sani 1927 tarihli Yarın Gazetesinde, Şevki Efendi’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edildiği ile ilgili şu haber yer almaktadır: “Sabık Gümülcine müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe Müftülüğü’ne tayini meselesinin intac edildiğini Atina gazetelerinden memnuniyetle okuduk. Cenab-ı Hak mesai-i meşkure tevfik etsin” şeklindeki tebrik mahiyetinde olan bu haberinden Şevki Efendi’nin İskeçe’ye resmen müftü olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır.
2 Kanun-u Evvel 1927 tarihli Yarın’da ise “İskeçe Müftüsü Şevki” imzasıyla İskeçe Müftülüğü tarafından yayınlanan bir ilanın yer aldığı görülmektedir.
27 Nisan 1927 tarihli Yarın gazetesinde yer alan bir başka haberde ise Yeni Adım gazetesinin Gümülcine Müftüsü Mehmet Nevzat hakkında asılsız haberler yayınladığı, bunun üzerine de Müftü Nevzat Efendi’nin aynı tarihli nüshada hakkında çıkan asılsız haberlerle ilgili bir tekzip yayınladığı görülmektedir.
Görüldüğü üzere Yarın gazetesi Gümülcine Müftüsü Mehmet Nevzat ve İskeçe’ye yeni tayin edilen Şevki Babalaki’yi sonuna kadar desteklemektedir. Buna karşın Yeni Adım gazetesinin ise her iki müftüyü de hedef alan açıklamaları ve yazıları yayınlanmaktadır.
Buraya kadar her şey anlaşılmakta. Fakat bir süre sonra Şevki Babalaki ile ilgili Yarın gazetesinde ilginç bir haber yayınlanıyor. 11 Mayıs 1928 tarihli Yarın gazetesinde “Münasebetsiz bir propaganda” başlığı altında aynen şöyle yazmaktadır: “ mevsukan istihbarımıza göre İskeçe Müftülüğü görevinde bulunan Babalaki Efendi, Gümülcine Müftüsü Nevzat Efendi’nin üç günden beri mazul olduğunu neşr ve işaa etmekte imiş. Bu Babalaki Efendi, Ramazan içinde de Nevzat Efendi’nin azli haberini bir emri vaki şeklinde neşre çalışmış idi. Biz mumaileyhin bu seferki propagandasının da evvelki gibi asılsız olacağına şüphe etmiyoruz. Yalnız Babalaki Efendi’nin Gümülcine müftüsünden ne istediğini anlayamadık” demiştir.
Yarın Gazetesinin 25 Mayıs 1928 tarihli bir sonraki sayısında ise Şevki Babalaki ile ilgili “Babalaki ve Yarın” başlıklı aynen şu yazı yer almaktadır: “ Yarın gazetesinin intişarı dinsizlere, kemalistlere ve şapkalı Türklere pek ziyade dokunduğu malumdur. Bunda şaşılacak bir şey yok. Halbuki şer-i ve mantık delilleri ile dinsizlerin ve kemalistlerin başına başına çıkılmaz bir bela kesilen gazetemiz, İskeçe Müftüsü Babalaki Efendi’ninde gözüne batıyormuş. Gizli din taşıdığı sonradan anlaşılan bu adamın, vaktiyle müftülük makamına gelmesi için Yarın gazetesinin o kadar yardımı olduğu halde dinsizlere karşı mücahedesine nihayet tahammül edemediği gazetemizin karşısına şimdi bu ahirzaman müftüsünün de çıkmağa heveslendiğini görüyoruz. Lakin ne ile karşılaşacak? Boyu, posu, ilmi, ameli biribirinden kısa olan Babalaki Efendi, besbelli gayret-i ladiniyesine güveniyor. “Hiç bir şey yapamazsam gazetelerini iade ederim”demiş.“Gazeteniz alimane yazıldığından anlayamıyorum. Binaenaleyh ba’de ma, namıma gazete gönderilmemesi rica olunur” ibaresini havi bir mektuba lafven gazetemizi geri çevirmiş. Yeni Adım’ın altı okkalık olarak tahmin ettiği bu mektubun içinde işte böyle bomboş bir havay-ı acz esiyor. Altı okkalık değil, bir gramlık siklete ve kıymete malik değil! Zavallı Babalaki Efendi! Bize kızmış kendisinden intikam almış! Gazetemiz alimane yazılıyormuş, kendisi anlayamıyormuş!.. Ne büyük sitem! Din düşmanları çatlasın. Elbette gazetemiz alimane yazılıyor. Ve elbette Babalaki efendi gibi hem cahil hem de kalbi kararmış bir adam gazetemizi anlayamaz! Anlıyorum dese kim inanır! Şimdilik bu kadar” şeklinde yazılar yayınlanmıştır.
Daha önceleri İskeçe’ye tayin edilmesine şiddetle karşı çıkan Yeni Adım gazetesinin ise daha sonraları Şevki Babalaki’yi desteklemeye başladığını, öte yandan İskeçe’ye müftü olarak tayin edilmesi için büyük gayret sarfeden ve kendisine tam destek vermiş olan Yarın gazetesinin ise Şevki Babalaki’nin ateşli bir muhalifi kesilerek kendisinin müftülükten bir an önce uzaklaştırılmasını talep etmeye başlaması hayli ilgi çekicidir.
Yarın gazetesi 31 Ağustos 1928 tarihli nüshasında Babalaki’nin azlini hükümetten beklediklerini yazmaktadır. Gazete, “Müftü Babalaki” başlığı altında şunları yazmaktadır:
“Mebusan intihabında tütüncü Hamdi Bey’in Yeni Adımcılardan da aşağı rey alarak mağlup olması üzerine, Hamdi Bey’in cemaat riyasetine getirdiği Hakkı Bey’in mevkiinden çekilmek lazım geliyordu, çekildi. Şimdi biz müftülükle ne ilmen ve ne amelen hiç bir münasebeti olmadığı halde mahza Hamdi Bey’in kuvvetiyle o mevkiye getirilen ve vazifesinde ahkam-ı şeriyyeden ziyade Hamdi Bey tarafından gelen emirleri ve nehiyleri icra etmekte bulunan Babalaki Efendi’nin azlini hükümetten bekliyoruz. Mebusan intihabı neticesinde hükümetin muvaffakiyetinden dolayı Babalaki efendi makam ve vilayeti tebrike gelmişti. Gördük, fakat bu gelişle bir iki ay mukaddem sabık mebus Mustafa Aga ile birlikte İskeçe’nin Hamdi Bey ve Hakkı Bey gibi şapkalı Türklerinin önüne düşerek Gümülcine Müslümanlarının müftüsü Hafız Nevzat Efendi’yi makamından azlettirmek gayretiyle yaptıkları nümayiş günlerinde, Hamdi Bey’in otomobiline rağmen her gün Gümülcine’ye gelip giden müftü Babalaki Efendi’nin, ne o zamanki neşesi vardır, ne de o zamanki sıdk ve sadakati! O gün Müslümanların efkâr-ı umumiyesine kontra giden dinsiz Türk cereyanının önüne düşmüş bir müftü, Müslüman Türklerin mebus Türk namzedleri kazandıktan sonra, artık müftülük makamında duramaz. Kendisi saygı etmezse hükümet ona müktedai haysiyet ve ciddiyeti öğretmelidir. İşin bu cihetten yani dini bir mevkide bulunan Babalaki efendinin dinsizlerle birleşerek hem Müslüman Türklere ve hem bugünkü hükümet partisine karşı unutulmaz bir vaziyet almış olmasından başka, haddi zatında bu adam müftülük vazifesine hiç yakışır bir şahıs değildir. Vaktiyle bunu Gümülcine Müftüğü’nden attıran Müslümanlar, hükümete takdim ettikleri mazbata-i istirhamiyede, ne camiye ve ne kiliseye ayak basmayan bir reis-i ruhani görülmüş müdür? diye feryad etmişlerdi. Şimdi biz de aynı feryadı tekrar etmekle bir vazife-i diniye ve vicdaniye ifa ettiğimize kani bulunuyoruz. Babalaki’nin Gümülcine Müftülüğü’nden infisali bu şekilde olduğunu biz sonradan öğrendik. Yoksa kendisi Gümülcine’den azl olunmadım, istifa ettim, diyerek bizi aldatmıştı. İskeçe’ye tayin olunur olunmaz gazetede neşrettiği satış ilanına benzeyen beyannamesiyle, mahiyetini göstermiş ve mültecilik namına bizi de mahcup etmişti. Son müftülüğünde icra ettiği muamelatı hakkında elimizde vesaik vardır. Bunları neşredeceğiz. Böyle bir cahil na ehli Gümülcine Müftülüğü’nden uzaklaştırdıktan sonra bil ahira İskeçe’nin başına bela etmekte bir mani yoktu” şeklinde yazmaktadır.
22 Mart 1929 tarihli Yarın’da ise “Ahirzaman Müftüsü Babalaki” başlıklı yazıda şöyle demektedir: “Müftüden başka herşeye benzeyen Şevki Babalaki’nin yeni bir hareket-i cahilanesini daha işittik. Şöyleki Ramazan-ı şerif iptidasını Pazar gününden ispat etmek üzere muhacir-i cedid mahallesi ahalisinden bir zat, İskeçe Müftülüğü’ne müracaat etmiş, fakat şehadeti ret olunarak Ramazan-ı Şerif Pazartesinden itibar edilmiştir. Halbuki bayramda hilal şevvali ruyet ettiğine dair hiç bir kimse tarafından İskeçe Müftülüğü’ne müracaat vaki olmaksızın Salı günü bayram olduğu ilan edilmiş ve Ramazan 29 gün tutturulmuştur. Vakia Gümülcine’mizde de, bu sene Ramazan-ı Şerif 29 gün itibar edilmiş, fakat Uysallı karyesinden gelen şahidlerin bayram hilaline şehadetleri üzerine usul-ü şeriyyesine tevfikan bir gün evvel bayram yapılmıştır. Yani bayram bir gün evvel yapılacak olduğu takdirde mutlaka hilal şevvali ruyeti lazımdır. Ayı görmeksizin bayram yapmak, Ramazanı otuza tamamladıktan sonra mümkün olur. Müftülük makamında istediği gibi oynayan ve cehaletinin emrettiği vechile hareket eden Şevki Babalaki ise Ramazan iptidasında ret ettiği şahidin şehadetini bayram için esas ittihaz ederek, Ramazan-ı Şerifin birinci günü yerine kabul etmediği ve halka oruç tutturmadığı pazar gününü de Ramazan hesabına idhal etmiş ve yirmi dokuzundan sonra tekmil-i selasiyn (otuz’un tamamlanması) itibarıyla halka bayram yaptırmıştır. Eğer Müslümanların dinine hükümetin hürmeti var ise, bir gün evvel müftülük makamını bu liyakatsiz adamın elinden kurtarmalıdır. Babalaki’nin müftülük makamında kalması Müslümanlık namına açık bir hakarettir”.
O dönemleri anlamak için o günün koşullarını iyi bilmek, hatta belki de yaşamak gerekir. Fakat ne ilginçtir aradan neredeyse yetmiş sene gibi uzun bir süre geçmesine rağmen azınlığımız o dönemden çok ta farklı şeyleri bugün için konuşup tartışmıyor. Müftülük meselesi o gün olduğu gibi bugün de azınlığın en önemli gündem maddelerinden bir tanesini oluşturmakta. O dönemin taraftar basını bugün de aynen mevcut. Hatta Ramazanın başlangıcı konusundaki benzer ihtilaflar bile bugün hâlâ var. Yani siyasi tartışmalardan tutun da dini ihtilaflara kadar bugün için aynen yetmiş sene önceki şeyleri konuşup tartışıyoruz.
Ne diyelim artık bunu biraz da azınlığın kaderine mi bağlayalım, varın orasını siz düşünün...
Sayı: 46
Nisan 2009
Giritli Şevki Babalaki (veya Babaali), ilk olarak 1922 yılında Gümülcine Müftüsü olarak tayin edilmiş ve 1924 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür. Daha sonraları 1927’lerde Şevki Babalaki’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edildiğini ve 1930 yılına kadar İskeçe müftülüğü görevini sürdürdüğünü arşivlerden öğreniyoruz. Şevki Babalaki’nin ilginç bir kişilik olduğunu dönemin gazetelerinden anlamak münkün. Batı Trakya’da o dönemde müthiş bir kemalist–antikemalist çatışması yaşanıyor. Mustafa Kemal’in inkilaplarını savunanlar ve inkilaplara ölesiye karşı çıkanlar. Şapkalılar–sarıklılar diye mezarlıklar bile ikiye ayrılmış. Dönemin Gümülcine müftüsü Mehmet Nevzat’ın inkilaplara karşı sürdürdüğü sert tutumu yüzünden daha sonraları Dimetoka’ya tayin edildiği bilinmektedir.
Batı Trakya’da o dönemde iki gazete öne çıkıyor. İlginç olanı ise birbiriyle çatışan her iki gazetenin de İskeçe’de çıkması. Biri Mehmet Hilmi’nin çıkardığı “Yeni Adım” diğeri ise Hasan Fehmi’nin çıkardığı “Yarın” gazetesi.
Mehmet Hilmi, İskeçe Türk Birliği’nin kurucusu ve inkılâpların en hararetli savunucusu olarak bilinmekte. Yarın gazetesi sahibi Hasan Fehmi ise Osmanlı’nın son dönem Şeyhulislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin damadı olarak öne çıkmakta. 1927’nin Temmuz ayında yayın hayatına başlayan Yarın’da Sabık Şeyhulislam sıfatıyla Mustafa Sabri Efendi’nin Türkiye hükümeti ve inkilaplarına karşı sert bir dille eleştirel yazıları ve makaleleri yayınlanmakta. Bu çerçevede şapka ve harf devrimleri eleştirilmekte ve devrim karşıtı ve taraftarı olanların kavgaları dönemin özellikle de Yarın ve Yeni Adım gazetelerinin ana tartışma konusu olduğu görülmektedir.
Bu tartışmaların sadece basın alanında kalmayıp dönemin dini ve siyasi kişiliklerine de yansıtıldığını görmekteyiz. Şevki Balalaki ise bu dönemde adeta iki arada bir derede kalmış ve hiçbir tarafa kendisini tam olarak sevdirememiştir. Gümülcine müftülüğü döneminde bir imamı sakal bırakmadığı gerekçesiyle azlettiği bilinirken, İskeçe müftülüğü döneminde İskeçe’nin inkılâp taraftarı beyleriyle birlikte hareket ederek inkılâp karşıtlarının eleştiri oklarını üzerine çektiğini dönemin gazetelerinden öğrenmekteyiz. Şevki Babalaki’nin İskeçe’ye müftü olarak tayinini destekleyen Yarın gazetesi, daha sonraları Şevki Efendi’nin en büyük karşıtı haline gelecek ve hükümetten bizzat azlini talep edecektir.
Yarın gazetesinin 19 Ağustos 1927 tarihli sayısında Şevki Babalaki’den önceki İskeçe müftüsü Süleyman Efendi’nin, Yeni Adım gazetesine gönderdiği yazılı beyanında şapka meselesine karşı olmadığını belirttiği ve Yeni Adım gazetesinin Şevki Efendinin İskeçe’ye müftü tayin edilmesine şidetle karşı olduğunu ve dönemin İskeçe müftüsü Süleyman Efendiyi desteklediğini belirtmektedir. Yarın Gazetesi, müftü Süleyman Efendi’nin inkılâpçıların isteği doğrultusunda Pazaryeri Medresesi müderrisini görevinden aldığını ve medreseyi dağıtmaya çalıştığını da yazmaktadır.
Yarın Gazetesi’nin 22 Temmuz 1927 tarihli ilk nüshasında “İskeçe Müftülüğü” başlığı adı altında yayınlanan yazıda, eski Gümülcine Müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edileceği söylentilerinin olduğunu, bu tayine ise en çok Yeni Adım gazetesinin karşı çıktığını belirtmektedir.
Gazete konuyla ilgili şöyle demektedir: “Bir zamandan beri kasabamızın müftülüğünde tebdilat vuku bulacağı ve sabık Gümülcine Müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe Müftülüğü’ne tayin olunacağı söylenmektedir. Ahali-i İslamiyenin ekseriyet-i azimesi tarafından vaki olan talep ve arzu üzerine husul-ü kuvve-i karibeye gelen bu tebdile Yeni Adım pek muarızdır. Bunun için Şevki Efendi’nin mülteci olduğunu ileri sürerek Türkiye’nin haini tabirine ilaveten son zamanlarda mumaileyhin aleyhinde her nüshasıyla neşriyatta bulunuyor” şeklinde yazmaktadır. Yarın Gazetesi Yeni Adım’ın Şevki Efendi’nin müftü olarak gelmemesi için “tir tir titrediğini” de belirtmektedir.
10 Teşrin-i Sani 1927 tarihli Yarın Gazetesinde, Şevki Efendi’nin İskeçe’ye müftü olarak tayin edildiği ile ilgili şu haber yer almaktadır: “Sabık Gümülcine müftüsü Şevki Efendi’nin İskeçe Müftülüğü’ne tayini meselesinin intac edildiğini Atina gazetelerinden memnuniyetle okuduk. Cenab-ı Hak mesai-i meşkure tevfik etsin” şeklindeki tebrik mahiyetinde olan bu haberinden Şevki Efendi’nin İskeçe’ye resmen müftü olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır.
2 Kanun-u Evvel 1927 tarihli Yarın’da ise “İskeçe Müftüsü Şevki” imzasıyla İskeçe Müftülüğü tarafından yayınlanan bir ilanın yer aldığı görülmektedir.
27 Nisan 1927 tarihli Yarın gazetesinde yer alan bir başka haberde ise Yeni Adım gazetesinin Gümülcine Müftüsü Mehmet Nevzat hakkında asılsız haberler yayınladığı, bunun üzerine de Müftü Nevzat Efendi’nin aynı tarihli nüshada hakkında çıkan asılsız haberlerle ilgili bir tekzip yayınladığı görülmektedir.
Görüldüğü üzere Yarın gazetesi Gümülcine Müftüsü Mehmet Nevzat ve İskeçe’ye yeni tayin edilen Şevki Babalaki’yi sonuna kadar desteklemektedir. Buna karşın Yeni Adım gazetesinin ise her iki müftüyü de hedef alan açıklamaları ve yazıları yayınlanmaktadır.
Buraya kadar her şey anlaşılmakta. Fakat bir süre sonra Şevki Babalaki ile ilgili Yarın gazetesinde ilginç bir haber yayınlanıyor. 11 Mayıs 1928 tarihli Yarın gazetesinde “Münasebetsiz bir propaganda” başlığı altında aynen şöyle yazmaktadır: “ mevsukan istihbarımıza göre İskeçe Müftülüğü görevinde bulunan Babalaki Efendi, Gümülcine Müftüsü Nevzat Efendi’nin üç günden beri mazul olduğunu neşr ve işaa etmekte imiş. Bu Babalaki Efendi, Ramazan içinde de Nevzat Efendi’nin azli haberini bir emri vaki şeklinde neşre çalışmış idi. Biz mumaileyhin bu seferki propagandasının da evvelki gibi asılsız olacağına şüphe etmiyoruz. Yalnız Babalaki Efendi’nin Gümülcine müftüsünden ne istediğini anlayamadık” demiştir.
Yarın Gazetesinin 25 Mayıs 1928 tarihli bir sonraki sayısında ise Şevki Babalaki ile ilgili “Babalaki ve Yarın” başlıklı aynen şu yazı yer almaktadır: “ Yarın gazetesinin intişarı dinsizlere, kemalistlere ve şapkalı Türklere pek ziyade dokunduğu malumdur. Bunda şaşılacak bir şey yok. Halbuki şer-i ve mantık delilleri ile dinsizlerin ve kemalistlerin başına başına çıkılmaz bir bela kesilen gazetemiz, İskeçe Müftüsü Babalaki Efendi’ninde gözüne batıyormuş. Gizli din taşıdığı sonradan anlaşılan bu adamın, vaktiyle müftülük makamına gelmesi için Yarın gazetesinin o kadar yardımı olduğu halde dinsizlere karşı mücahedesine nihayet tahammül edemediği gazetemizin karşısına şimdi bu ahirzaman müftüsünün de çıkmağa heveslendiğini görüyoruz. Lakin ne ile karşılaşacak? Boyu, posu, ilmi, ameli biribirinden kısa olan Babalaki Efendi, besbelli gayret-i ladiniyesine güveniyor. “Hiç bir şey yapamazsam gazetelerini iade ederim”demiş.“Gazeteniz alimane yazıldığından anlayamıyorum. Binaenaleyh ba’de ma, namıma gazete gönderilmemesi rica olunur” ibaresini havi bir mektuba lafven gazetemizi geri çevirmiş. Yeni Adım’ın altı okkalık olarak tahmin ettiği bu mektubun içinde işte böyle bomboş bir havay-ı acz esiyor. Altı okkalık değil, bir gramlık siklete ve kıymete malik değil! Zavallı Babalaki Efendi! Bize kızmış kendisinden intikam almış! Gazetemiz alimane yazılıyormuş, kendisi anlayamıyormuş!.. Ne büyük sitem! Din düşmanları çatlasın. Elbette gazetemiz alimane yazılıyor. Ve elbette Babalaki efendi gibi hem cahil hem de kalbi kararmış bir adam gazetemizi anlayamaz! Anlıyorum dese kim inanır! Şimdilik bu kadar” şeklinde yazılar yayınlanmıştır.
Daha önceleri İskeçe’ye tayin edilmesine şiddetle karşı çıkan Yeni Adım gazetesinin ise daha sonraları Şevki Babalaki’yi desteklemeye başladığını, öte yandan İskeçe’ye müftü olarak tayin edilmesi için büyük gayret sarfeden ve kendisine tam destek vermiş olan Yarın gazetesinin ise Şevki Babalaki’nin ateşli bir muhalifi kesilerek kendisinin müftülükten bir an önce uzaklaştırılmasını talep etmeye başlaması hayli ilgi çekicidir.
Yarın gazetesi 31 Ağustos 1928 tarihli nüshasında Babalaki’nin azlini hükümetten beklediklerini yazmaktadır. Gazete, “Müftü Babalaki” başlığı altında şunları yazmaktadır:
“Mebusan intihabında tütüncü Hamdi Bey’in Yeni Adımcılardan da aşağı rey alarak mağlup olması üzerine, Hamdi Bey’in cemaat riyasetine getirdiği Hakkı Bey’in mevkiinden çekilmek lazım geliyordu, çekildi. Şimdi biz müftülükle ne ilmen ve ne amelen hiç bir münasebeti olmadığı halde mahza Hamdi Bey’in kuvvetiyle o mevkiye getirilen ve vazifesinde ahkam-ı şeriyyeden ziyade Hamdi Bey tarafından gelen emirleri ve nehiyleri icra etmekte bulunan Babalaki Efendi’nin azlini hükümetten bekliyoruz. Mebusan intihabı neticesinde hükümetin muvaffakiyetinden dolayı Babalaki efendi makam ve vilayeti tebrike gelmişti. Gördük, fakat bu gelişle bir iki ay mukaddem sabık mebus Mustafa Aga ile birlikte İskeçe’nin Hamdi Bey ve Hakkı Bey gibi şapkalı Türklerinin önüne düşerek Gümülcine Müslümanlarının müftüsü Hafız Nevzat Efendi’yi makamından azlettirmek gayretiyle yaptıkları nümayiş günlerinde, Hamdi Bey’in otomobiline rağmen her gün Gümülcine’ye gelip giden müftü Babalaki Efendi’nin, ne o zamanki neşesi vardır, ne de o zamanki sıdk ve sadakati! O gün Müslümanların efkâr-ı umumiyesine kontra giden dinsiz Türk cereyanının önüne düşmüş bir müftü, Müslüman Türklerin mebus Türk namzedleri kazandıktan sonra, artık müftülük makamında duramaz. Kendisi saygı etmezse hükümet ona müktedai haysiyet ve ciddiyeti öğretmelidir. İşin bu cihetten yani dini bir mevkide bulunan Babalaki efendinin dinsizlerle birleşerek hem Müslüman Türklere ve hem bugünkü hükümet partisine karşı unutulmaz bir vaziyet almış olmasından başka, haddi zatında bu adam müftülük vazifesine hiç yakışır bir şahıs değildir. Vaktiyle bunu Gümülcine Müftüğü’nden attıran Müslümanlar, hükümete takdim ettikleri mazbata-i istirhamiyede, ne camiye ve ne kiliseye ayak basmayan bir reis-i ruhani görülmüş müdür? diye feryad etmişlerdi. Şimdi biz de aynı feryadı tekrar etmekle bir vazife-i diniye ve vicdaniye ifa ettiğimize kani bulunuyoruz. Babalaki’nin Gümülcine Müftülüğü’nden infisali bu şekilde olduğunu biz sonradan öğrendik. Yoksa kendisi Gümülcine’den azl olunmadım, istifa ettim, diyerek bizi aldatmıştı. İskeçe’ye tayin olunur olunmaz gazetede neşrettiği satış ilanına benzeyen beyannamesiyle, mahiyetini göstermiş ve mültecilik namına bizi de mahcup etmişti. Son müftülüğünde icra ettiği muamelatı hakkında elimizde vesaik vardır. Bunları neşredeceğiz. Böyle bir cahil na ehli Gümülcine Müftülüğü’nden uzaklaştırdıktan sonra bil ahira İskeçe’nin başına bela etmekte bir mani yoktu” şeklinde yazmaktadır.
22 Mart 1929 tarihli Yarın’da ise “Ahirzaman Müftüsü Babalaki” başlıklı yazıda şöyle demektedir: “Müftüden başka herşeye benzeyen Şevki Babalaki’nin yeni bir hareket-i cahilanesini daha işittik. Şöyleki Ramazan-ı şerif iptidasını Pazar gününden ispat etmek üzere muhacir-i cedid mahallesi ahalisinden bir zat, İskeçe Müftülüğü’ne müracaat etmiş, fakat şehadeti ret olunarak Ramazan-ı Şerif Pazartesinden itibar edilmiştir. Halbuki bayramda hilal şevvali ruyet ettiğine dair hiç bir kimse tarafından İskeçe Müftülüğü’ne müracaat vaki olmaksızın Salı günü bayram olduğu ilan edilmiş ve Ramazan 29 gün tutturulmuştur. Vakia Gümülcine’mizde de, bu sene Ramazan-ı Şerif 29 gün itibar edilmiş, fakat Uysallı karyesinden gelen şahidlerin bayram hilaline şehadetleri üzerine usul-ü şeriyyesine tevfikan bir gün evvel bayram yapılmıştır. Yani bayram bir gün evvel yapılacak olduğu takdirde mutlaka hilal şevvali ruyeti lazımdır. Ayı görmeksizin bayram yapmak, Ramazanı otuza tamamladıktan sonra mümkün olur. Müftülük makamında istediği gibi oynayan ve cehaletinin emrettiği vechile hareket eden Şevki Babalaki ise Ramazan iptidasında ret ettiği şahidin şehadetini bayram için esas ittihaz ederek, Ramazan-ı Şerifin birinci günü yerine kabul etmediği ve halka oruç tutturmadığı pazar gününü de Ramazan hesabına idhal etmiş ve yirmi dokuzundan sonra tekmil-i selasiyn (otuz’un tamamlanması) itibarıyla halka bayram yaptırmıştır. Eğer Müslümanların dinine hükümetin hürmeti var ise, bir gün evvel müftülük makamını bu liyakatsiz adamın elinden kurtarmalıdır. Babalaki’nin müftülük makamında kalması Müslümanlık namına açık bir hakarettir”.
O dönemleri anlamak için o günün koşullarını iyi bilmek, hatta belki de yaşamak gerekir. Fakat ne ilginçtir aradan neredeyse yetmiş sene gibi uzun bir süre geçmesine rağmen azınlığımız o dönemden çok ta farklı şeyleri bugün için konuşup tartışmıyor. Müftülük meselesi o gün olduğu gibi bugün de azınlığın en önemli gündem maddelerinden bir tanesini oluşturmakta. O dönemin taraftar basını bugün de aynen mevcut. Hatta Ramazanın başlangıcı konusundaki benzer ihtilaflar bile bugün hâlâ var. Yani siyasi tartışmalardan tutun da dini ihtilaflara kadar bugün için aynen yetmiş sene önceki şeyleri konuşup tartışıyoruz.
Ne diyelim artık bunu biraz da azınlığın kaderine mi bağlayalım, varın orasını siz düşünün...
2 Nisan 2009 Perşembe
Μειονοτική οπτική γωνία για το νηπιαγωγείο και το δίλημμα…
Azınlıkça
Τεύχος:44
Μάρτιος 2009
Μπορούμε να πούμε ότι η εξέλιξη της υποχρεωτικής προσχολικής εκπαίδευσης στην Ελλάδα είναι πρόσφατη. Καλό είναι να υπενθυμίσουμε ότι τα νηπιαγωγεία άρχισαν να αναπτύσσονται μετά τον δεύτερο παγκόσμιο πόλεμο και εξελίχθηκαν σύμφωνα με τις κοινωνικοοικονομικές αλλαγές. Στην Ελλάδα η προσχολική εκπαίδευση το 2007 εντάχθηκε στο πλαίσιο της υποχρεωτικής εκπαίδευσης.
Με την αύξηση της συμμετοχής των γυναικών στην αγορά εργασίας, κυρίως στις βιομηχανικά ανεπτυγμένες περιοχές και με την μετακίνησή τους από την ύπαιθρο στα αστικά κέντρα, δημιουργήθηκαν οι συνθήκες για να στέλνουν οι γονείς τα παιδιά τους στο νηπιαγωγείο και έτσι ο θεσμός αυτός εξαπλώθηκε. Ήδη μέχρι το 1950 που η Ελλάδα ήταν μια χώρα με μεγάλο αγροτικό πληθυσμό, οι συνθήκες ήταν περιορισμένες για την ανάπτυξη της προσχολικής εκπαίδευσης. Όμως οι αλλαγές που σημειώθηκαν στις κοινωνικοοικονομικές συνθήκες μετά τα το 1960, έπαιξαν σημαντικό ρόλο και στην εκπαίδευση των γονιών. Μπορεί να παρατηρήσει κανείς την αναπτυξιακή πορεία, μελετώντας τους αριθμούς των μαθητών που πήγαιναν στα νηπιαγωγεία. Λόγου χάριν, στις αρχές του 1960 ο αριθμός των μαθητών που πήγαιναν στο νηπιαγωγείο ήταν 40.000 ενώ στην δεκαετία του ΄70 ο αριθμός διπλασιάστηκε φτάνοντας τις 90.000. Η πορεία αυτή ήταν πολύ διαφορετική στη Δυτική Θράκη για κοινωνικοοικονομικούς και πολιτικούς λόγους. Η περιοχή, κυρίως η μειονότητα, γνώρισε το θεσμό του νηπιαγωγείου περίπου πριν 15 χρόνια. Μετά την ένταξη της προσχολικής εκπαίδευσης στην υποχρεωτική, προέκυψαν διαφορετικές απόψεις μεταξύ των επιστημόνων για την μειονοτική εκπαίδευση βάσει της συνθήκης της Λοζάνης και άλλων διεθνών συνθηκών. Για παράδειγμα, από τους υπευθύνους του Προγράμματος Εκπαίδευσης Μουσουλμανοπαίδων, η καθηγήτρια κα Νέλλη Ασκούνη, στο βιβλίο της «Η Εκπαίδευση της Μειονότητας στη Θράκη» γράφει ότι το διεθνές νομικό πλαίσιο στο θέμα της μειονοτικής εκπαίδευσης δεν προβλέπει την διδασκαλία της μητρικής γλώσσας στα νηπιαγωγεία και ότι το άρθρο 41 της συνθήκης της Λοζάνης αναφέρεται μόνο στα δημοτικά σχολεία. Ακόμη και στις μεταγενέστερες διμερείς συνθήκες που υπέγραψαν Ελλάδα και Τουρκία για εκπαιδευτικά θέματα, (Ελληνοτουρκική Συμφωνία του 1951 και Μορφωτικό Πρωτόκολλο του 1968) δεν υπάρχει αναφορά για το νηπιαγωγείο και αναφέρεται ότι οι ρυθμίσεις αφορούσαν πιο πολύ την Β΄βάθμια εκπαίδευση. Από την άλλη, για το ίδιο θέμα, ο καθηγητής κ. Μπασκίν Οράν αναφέρει ότι, σύμφωνα με το άρθρο 41 της συνθήκης της Λοζάνης, οι μειονότητες της Κωνσταντινούπολης και της Δυτικής Θράκης έχουν αυτονομία στην εκπαίδευσή τους και ότι σε αυτό σαφώς και συμπεριλαμβάνεται και το νηπιαγωγείο.
Σχετικά με την δίγλωσση εκπαίδευση, υπάρχει μια πραγματικότητα που αναφέρεται συνεχώς. Ένα παιδί δεν μπορεί να μάθει άλλη γλώσσα όταν δεν ξέρει καλά την μητρική του. Αυτό είναι γεγονός διότι ένα παιδί μπορεί να μάθει μια άλλη γλώσσα σκεπτόμενο με την μητρική.
Το 2007, μετά την ένταξη της προσχολικής εκπαίδευσης στο πλαίσιο της υποχρεωτικής, προέκυψαν έντονες συζητήσεις στη μειονότητα για το θέμα των νηπιαγωγείων. Το κράτος δήλωσε ότι θα διορίσει νηπιαγωγούς απ’ τη μειονότητα στα δημόσια νηπιαγωγεία που πηγαίνουν παιδιά της μειονότητας. Απ’ την άλλη, οι μειονοτικοί φορείς, όπως ο Σύλλογος Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης, ζητάνε η προσχολική εκπαίδευση να ενταχθεί στο σύστημα της ιδιωτικής και αυτόνομης δομής της μειονοτικής εκπαίδευσης. Ο Σύλλογος Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης και ο Σύλλογος Τούρκων Δασκάλων Δυτικής Θράκης, ζητούν ιδιωτικό και αυτόνομο μειονοτικό νηπιαγωγείο. Κάποιοι πάλι από την μειονότητα θέτουν θέμα του «δίγλωσσου σχολείου» χωρίς όμως να το καθορίζουν ακριβώς. Μια άλλη άποψη σχετικά με το θέμα είναι τα νηπιαγωγεία να λειτουργούν ως δημόσια σχολεία.
Όπως ανέφερα και παραπάνω, η κα. Νέλλη Ασκούνη που ήταν από τις υπεύθυνες του προγράμματος εκπαίδευσης μουσουλμανοπαίδων, εξέδωσε ένα βιβλίο το Σεπτέμβριο του 2006 από τις εκδόσεις Αλεξάνδρεια, με τίτλο: «Η Εκπαίδευση της Μειονότητας στη Θράκη». Είναι ένα βιβλίο που οπωσδήποτε πρέπει να έχουν στις βιβλιοθήκες τους όσοι τουλάχιστον κάνουν έρευνες και ασχολούνται με τα εκπαιδευτικά θέματα της μειονότητας. Η κα Ασκούνη στο βιβλίο της δίνει ενδιαφέρουσες πληροφορίες για την προσχολική εκπαίδευση. Υπάρχουν στατιστικά στοιχεία για τον αριθμό των μειονοτικών μαθητών που πήγαιναν στα δημόσια νηπιαγωγεία. Λόγου χάριν, στο σχολικό έτος 1994-95 ο αριθμός των μαθητών στα δημοτικά και στους τρεις νομούς της Θράκης ήταν 8.208. Το ίδιο σχολικός έτος ο αριθμός των μαθητών στα νηπιαγωγεία στο νομό Ξάνθης ήταν 69, στη Ροδόπη 43 και στον Έβρο 32, συνολικά 143 μειονοτικοί μαθητές. Στο σχολικό έτος 2002-03 φαίνεται ότι πενταπλασιάστηκε ο αριθμός φτάνοντας συνολικά τους 784 μαθητές. Αναφέρεται όμως ότι παρά την αύξηση, σε σύγκριση με το δημοτικό, ο αριθμός αυτός δεν είναι σε ικανοποιητικό επίπεδο.
Αν το παρατηρήσει κανείς είναι σωστό. Σ’ αυτό όμως έχει μεγάλη επίδραση η μη ύπαρξη δίγλωσσων νηπιαγωγείων. Συνεπώς, είτε είναι δημόσιο, είτε μειονοτικό νηπιαγωγείο (που είναι ένα άλλο θέμα) πρέπει το κράτος σε κάθε περίπτωση να δώσει την επιλογή του δίγλωσσου νηπιαγωγείου. Για μια τέτοια εφαρμογή, πέραν της συνθήκης της Λοζάνης άλλα και των διμερών συνθηκών που υπέγραψαν Ελλάδα και Τουρκία, είναι αρκετές οι σύγχρονες ευρωπαϊκές νόρμες.
Καλό είναι να πούμε και το εξής: κάποιοι κύκλοι μέσα από την μειονότητα κριτικάρουν έντονα τους γονείς που στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία. Για παράδειγμα, πόσο σωστό είναι να στοχοποιούνται με την τακτική της «κοινωνικής καταπίεσης» και με δημοσιεύματα μέσου του μειονοτικό τύπου, γονείς που στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία; Ήδη αυτή τη στιγμή δεν υπάρχει μια άλλη εναλλακτική λύση εκτός από το δημόσιο νηπιαγωγείο. Φέτος, πάλι στην αρχή του σχολικού έτους, κλήθηκαν οι γονείς να μην στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία και ισχυρίστηκαν ότι το κράτος δεν θα μπορέσει να εισπράξει το χρηματικό πρόστιμο των 50 ευρώ απ’ όσους δεν θα έστελναν τα παιδιά τους στο νηπιαγωγείο. Εδώ μπορεί να αναφέρει κανείς μια τεχνική λεπτομέρεια. Στην Ελλάδα η υποχρεωτική εκπαίδευση για την μειονότητα είναι 6 χρόνια. Δηλαδή η υποχρεωτική εκπαίδευση για όσους σπουδάζουν στα δημόσια σχολεία είναι 10 χρόνια και για αυτούς που πηγαίνουν στα μειονοτικά είναι 6 χρόνια. Έτσι αυτοί με την άποψη ότι «ο μαθητής που θα πηγαίνει στο μειονοτικό σχολείο δεν θα είναι υποχρεωμένος να πάει στο δημόσιο νηπιαγωγείο». Αυτό είναι ένα άλλο θέμα που μπορεί να αναλυθεί λεπτομερώς. Όμως, σε κάθε περίπτωση, όποιος θέλει πρέπει να μπορεί να στέλνει το παιδί του στο δημόσιο νηπιαγωγείο. Κανείς δεν έχει το δικαίωμα να αναμιγνύεται σε αυτό και η επιλογή του καθενός πρέπει να είναι σεβαστή απ’ όλους.
Ένα άλλο όμως σημείο είναι το πιο περίεργο θέματος. Συνήθως όλη η αστική τάξη της μειονότητας επιλέγει να στείλει τα παιδιά της στα δημόσια σχολεία. Όταν όμως ένας απλός άνθρωπος της μειονότητας στέλνει το παιδί του στο μειονοτικό σχολείο, προειδοποιείται από την ίδια αστική τάξη με την απειλή της «αφομοίωσης». Να είμαστε λίγο έντιμοι. Αν πράγματι ίσχυε αυτό όπως γράφεται και λέγεται περί αφομοίωσης, η μειονότητα ήδη θα είχε αφομοιωθεί. Ο Όμιλος Νέων Ακαδημαϊκών, που δραστηριοποιείται υπό την αιγίδα του Συλλόγου Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης, αποτελείται από φοιτητές που σπουδάζουν στα δημόσια ελληνικά πανεπιστήμια και ανοίγουν παραρτήματα σε διάφορες πόλεις της χώρας. Αυτά τα παιδιά γιατί δεν αφομοιώθηκαν εύκολα, έτσι όπως λέγεται αφού σπούδαζαν στα δημόσια ελληνικά πανεπιστήμια;
Ο ισχυρισμός λοιπόν περί αφομοίωσης κάποιου που πηγαίνει στο δημόσιο νηπιαγωγείο, γυμνάσιο ή λύκειο, δεν είναι μια ρεαλιστική προσέγγιση. Αυτό είναι απλά μόνο ένα θέμα επιλογής. Μέσα στην μειονότητα δεν πρέπει να κριτικάρει ο ένας τον άλλο για το θέμα αυτό. Πρέπει να υπάρχει σεβασμός στις επιλογές.
Στο θέμα αυτό η μειονότητα έχει μια κοινή άποψη. Πρέπει να υπάρχει δικαίωμα διδασκαλίας στην μητρική γλώσσα και στα νηπιαγωγεία. Βέβαια, σε ένα τόσο σύντομο άρθρο δεν μπορεί κανείς να αναπτύξει εξ ολοκλήρου ένα τέτοιο περίπλοκο θέμα. Τελειώνοντας θα πω μια αλήθεια. Το αίτημα για δίγλωσσα νηπιαγωγεία είναι εύλογο και πολύ φυσιολογικό.
Τεύχος:44
Μάρτιος 2009
Μπορούμε να πούμε ότι η εξέλιξη της υποχρεωτικής προσχολικής εκπαίδευσης στην Ελλάδα είναι πρόσφατη. Καλό είναι να υπενθυμίσουμε ότι τα νηπιαγωγεία άρχισαν να αναπτύσσονται μετά τον δεύτερο παγκόσμιο πόλεμο και εξελίχθηκαν σύμφωνα με τις κοινωνικοοικονομικές αλλαγές. Στην Ελλάδα η προσχολική εκπαίδευση το 2007 εντάχθηκε στο πλαίσιο της υποχρεωτικής εκπαίδευσης.
Με την αύξηση της συμμετοχής των γυναικών στην αγορά εργασίας, κυρίως στις βιομηχανικά ανεπτυγμένες περιοχές και με την μετακίνησή τους από την ύπαιθρο στα αστικά κέντρα, δημιουργήθηκαν οι συνθήκες για να στέλνουν οι γονείς τα παιδιά τους στο νηπιαγωγείο και έτσι ο θεσμός αυτός εξαπλώθηκε. Ήδη μέχρι το 1950 που η Ελλάδα ήταν μια χώρα με μεγάλο αγροτικό πληθυσμό, οι συνθήκες ήταν περιορισμένες για την ανάπτυξη της προσχολικής εκπαίδευσης. Όμως οι αλλαγές που σημειώθηκαν στις κοινωνικοοικονομικές συνθήκες μετά τα το 1960, έπαιξαν σημαντικό ρόλο και στην εκπαίδευση των γονιών. Μπορεί να παρατηρήσει κανείς την αναπτυξιακή πορεία, μελετώντας τους αριθμούς των μαθητών που πήγαιναν στα νηπιαγωγεία. Λόγου χάριν, στις αρχές του 1960 ο αριθμός των μαθητών που πήγαιναν στο νηπιαγωγείο ήταν 40.000 ενώ στην δεκαετία του ΄70 ο αριθμός διπλασιάστηκε φτάνοντας τις 90.000. Η πορεία αυτή ήταν πολύ διαφορετική στη Δυτική Θράκη για κοινωνικοοικονομικούς και πολιτικούς λόγους. Η περιοχή, κυρίως η μειονότητα, γνώρισε το θεσμό του νηπιαγωγείου περίπου πριν 15 χρόνια. Μετά την ένταξη της προσχολικής εκπαίδευσης στην υποχρεωτική, προέκυψαν διαφορετικές απόψεις μεταξύ των επιστημόνων για την μειονοτική εκπαίδευση βάσει της συνθήκης της Λοζάνης και άλλων διεθνών συνθηκών. Για παράδειγμα, από τους υπευθύνους του Προγράμματος Εκπαίδευσης Μουσουλμανοπαίδων, η καθηγήτρια κα Νέλλη Ασκούνη, στο βιβλίο της «Η Εκπαίδευση της Μειονότητας στη Θράκη» γράφει ότι το διεθνές νομικό πλαίσιο στο θέμα της μειονοτικής εκπαίδευσης δεν προβλέπει την διδασκαλία της μητρικής γλώσσας στα νηπιαγωγεία και ότι το άρθρο 41 της συνθήκης της Λοζάνης αναφέρεται μόνο στα δημοτικά σχολεία. Ακόμη και στις μεταγενέστερες διμερείς συνθήκες που υπέγραψαν Ελλάδα και Τουρκία για εκπαιδευτικά θέματα, (Ελληνοτουρκική Συμφωνία του 1951 και Μορφωτικό Πρωτόκολλο του 1968) δεν υπάρχει αναφορά για το νηπιαγωγείο και αναφέρεται ότι οι ρυθμίσεις αφορούσαν πιο πολύ την Β΄βάθμια εκπαίδευση. Από την άλλη, για το ίδιο θέμα, ο καθηγητής κ. Μπασκίν Οράν αναφέρει ότι, σύμφωνα με το άρθρο 41 της συνθήκης της Λοζάνης, οι μειονότητες της Κωνσταντινούπολης και της Δυτικής Θράκης έχουν αυτονομία στην εκπαίδευσή τους και ότι σε αυτό σαφώς και συμπεριλαμβάνεται και το νηπιαγωγείο.
Σχετικά με την δίγλωσση εκπαίδευση, υπάρχει μια πραγματικότητα που αναφέρεται συνεχώς. Ένα παιδί δεν μπορεί να μάθει άλλη γλώσσα όταν δεν ξέρει καλά την μητρική του. Αυτό είναι γεγονός διότι ένα παιδί μπορεί να μάθει μια άλλη γλώσσα σκεπτόμενο με την μητρική.
Το 2007, μετά την ένταξη της προσχολικής εκπαίδευσης στο πλαίσιο της υποχρεωτικής, προέκυψαν έντονες συζητήσεις στη μειονότητα για το θέμα των νηπιαγωγείων. Το κράτος δήλωσε ότι θα διορίσει νηπιαγωγούς απ’ τη μειονότητα στα δημόσια νηπιαγωγεία που πηγαίνουν παιδιά της μειονότητας. Απ’ την άλλη, οι μειονοτικοί φορείς, όπως ο Σύλλογος Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης, ζητάνε η προσχολική εκπαίδευση να ενταχθεί στο σύστημα της ιδιωτικής και αυτόνομης δομής της μειονοτικής εκπαίδευσης. Ο Σύλλογος Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης και ο Σύλλογος Τούρκων Δασκάλων Δυτικής Θράκης, ζητούν ιδιωτικό και αυτόνομο μειονοτικό νηπιαγωγείο. Κάποιοι πάλι από την μειονότητα θέτουν θέμα του «δίγλωσσου σχολείου» χωρίς όμως να το καθορίζουν ακριβώς. Μια άλλη άποψη σχετικά με το θέμα είναι τα νηπιαγωγεία να λειτουργούν ως δημόσια σχολεία.
Όπως ανέφερα και παραπάνω, η κα. Νέλλη Ασκούνη που ήταν από τις υπεύθυνες του προγράμματος εκπαίδευσης μουσουλμανοπαίδων, εξέδωσε ένα βιβλίο το Σεπτέμβριο του 2006 από τις εκδόσεις Αλεξάνδρεια, με τίτλο: «Η Εκπαίδευση της Μειονότητας στη Θράκη». Είναι ένα βιβλίο που οπωσδήποτε πρέπει να έχουν στις βιβλιοθήκες τους όσοι τουλάχιστον κάνουν έρευνες και ασχολούνται με τα εκπαιδευτικά θέματα της μειονότητας. Η κα Ασκούνη στο βιβλίο της δίνει ενδιαφέρουσες πληροφορίες για την προσχολική εκπαίδευση. Υπάρχουν στατιστικά στοιχεία για τον αριθμό των μειονοτικών μαθητών που πήγαιναν στα δημόσια νηπιαγωγεία. Λόγου χάριν, στο σχολικό έτος 1994-95 ο αριθμός των μαθητών στα δημοτικά και στους τρεις νομούς της Θράκης ήταν 8.208. Το ίδιο σχολικός έτος ο αριθμός των μαθητών στα νηπιαγωγεία στο νομό Ξάνθης ήταν 69, στη Ροδόπη 43 και στον Έβρο 32, συνολικά 143 μειονοτικοί μαθητές. Στο σχολικό έτος 2002-03 φαίνεται ότι πενταπλασιάστηκε ο αριθμός φτάνοντας συνολικά τους 784 μαθητές. Αναφέρεται όμως ότι παρά την αύξηση, σε σύγκριση με το δημοτικό, ο αριθμός αυτός δεν είναι σε ικανοποιητικό επίπεδο.
Αν το παρατηρήσει κανείς είναι σωστό. Σ’ αυτό όμως έχει μεγάλη επίδραση η μη ύπαρξη δίγλωσσων νηπιαγωγείων. Συνεπώς, είτε είναι δημόσιο, είτε μειονοτικό νηπιαγωγείο (που είναι ένα άλλο θέμα) πρέπει το κράτος σε κάθε περίπτωση να δώσει την επιλογή του δίγλωσσου νηπιαγωγείου. Για μια τέτοια εφαρμογή, πέραν της συνθήκης της Λοζάνης άλλα και των διμερών συνθηκών που υπέγραψαν Ελλάδα και Τουρκία, είναι αρκετές οι σύγχρονες ευρωπαϊκές νόρμες.
Καλό είναι να πούμε και το εξής: κάποιοι κύκλοι μέσα από την μειονότητα κριτικάρουν έντονα τους γονείς που στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία. Για παράδειγμα, πόσο σωστό είναι να στοχοποιούνται με την τακτική της «κοινωνικής καταπίεσης» και με δημοσιεύματα μέσου του μειονοτικό τύπου, γονείς που στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία; Ήδη αυτή τη στιγμή δεν υπάρχει μια άλλη εναλλακτική λύση εκτός από το δημόσιο νηπιαγωγείο. Φέτος, πάλι στην αρχή του σχολικού έτους, κλήθηκαν οι γονείς να μην στέλνουν τα παιδιά τους στα δημόσια νηπιαγωγεία και ισχυρίστηκαν ότι το κράτος δεν θα μπορέσει να εισπράξει το χρηματικό πρόστιμο των 50 ευρώ απ’ όσους δεν θα έστελναν τα παιδιά τους στο νηπιαγωγείο. Εδώ μπορεί να αναφέρει κανείς μια τεχνική λεπτομέρεια. Στην Ελλάδα η υποχρεωτική εκπαίδευση για την μειονότητα είναι 6 χρόνια. Δηλαδή η υποχρεωτική εκπαίδευση για όσους σπουδάζουν στα δημόσια σχολεία είναι 10 χρόνια και για αυτούς που πηγαίνουν στα μειονοτικά είναι 6 χρόνια. Έτσι αυτοί με την άποψη ότι «ο μαθητής που θα πηγαίνει στο μειονοτικό σχολείο δεν θα είναι υποχρεωμένος να πάει στο δημόσιο νηπιαγωγείο». Αυτό είναι ένα άλλο θέμα που μπορεί να αναλυθεί λεπτομερώς. Όμως, σε κάθε περίπτωση, όποιος θέλει πρέπει να μπορεί να στέλνει το παιδί του στο δημόσιο νηπιαγωγείο. Κανείς δεν έχει το δικαίωμα να αναμιγνύεται σε αυτό και η επιλογή του καθενός πρέπει να είναι σεβαστή απ’ όλους.
Ένα άλλο όμως σημείο είναι το πιο περίεργο θέματος. Συνήθως όλη η αστική τάξη της μειονότητας επιλέγει να στείλει τα παιδιά της στα δημόσια σχολεία. Όταν όμως ένας απλός άνθρωπος της μειονότητας στέλνει το παιδί του στο μειονοτικό σχολείο, προειδοποιείται από την ίδια αστική τάξη με την απειλή της «αφομοίωσης». Να είμαστε λίγο έντιμοι. Αν πράγματι ίσχυε αυτό όπως γράφεται και λέγεται περί αφομοίωσης, η μειονότητα ήδη θα είχε αφομοιωθεί. Ο Όμιλος Νέων Ακαδημαϊκών, που δραστηριοποιείται υπό την αιγίδα του Συλλόγου Επιστημόνων Μειονότητας Δυτικής Θράκης, αποτελείται από φοιτητές που σπουδάζουν στα δημόσια ελληνικά πανεπιστήμια και ανοίγουν παραρτήματα σε διάφορες πόλεις της χώρας. Αυτά τα παιδιά γιατί δεν αφομοιώθηκαν εύκολα, έτσι όπως λέγεται αφού σπούδαζαν στα δημόσια ελληνικά πανεπιστήμια;
Ο ισχυρισμός λοιπόν περί αφομοίωσης κάποιου που πηγαίνει στο δημόσιο νηπιαγωγείο, γυμνάσιο ή λύκειο, δεν είναι μια ρεαλιστική προσέγγιση. Αυτό είναι απλά μόνο ένα θέμα επιλογής. Μέσα στην μειονότητα δεν πρέπει να κριτικάρει ο ένας τον άλλο για το θέμα αυτό. Πρέπει να υπάρχει σεβασμός στις επιλογές.
Στο θέμα αυτό η μειονότητα έχει μια κοινή άποψη. Πρέπει να υπάρχει δικαίωμα διδασκαλίας στην μητρική γλώσσα και στα νηπιαγωγεία. Βέβαια, σε ένα τόσο σύντομο άρθρο δεν μπορεί κανείς να αναπτύξει εξ ολοκλήρου ένα τέτοιο περίπλοκο θέμα. Τελειώνοντας θα πω μια αλήθεια. Το αίτημα για δίγλωσσα νηπιαγωγεία είναι εύλογο και πολύ φυσιολογικό.
8 Mart 2009 Pazar
Anaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks
Azınlıkça
Sayı:44
Şubat 2009
Zorunlu anaokulu eğitiminin Yunanistan’da daha yeni yeni gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizdeki anaokullarının ikinci dünya savaşı sonrası, sosyal ve ekonomik koşulların da değişmesiyle ülke çapında yaygınlaşmaya başladığını hatırlatmakta yarar var. 2007 yılında Yunanistan’da anaokulları zorunlu eğitim kapsamına alındı.
Daha çok sanayileşmenin yoğun olduğu bölgelerde kadınların iş hayatına atılmaları, coğrafi ve mesleki hareketlilik ve köyden kente göç nedeniyle ailelerin çocuklarını anaokuluna göndermeleri yaygınlaştı. 1950’lere kadar tamamen bir tarım ülkesi olan Yunanistanda, okul öncesi eğitimin gelişmesine yönelik olanaklar zaten kısıtlıydı. Fakat 1960’lar sonrası değişen sosyal ve ekonomik koşullar, ailelerin eğitiminde de önemli bir rol oynadı. Yaşanan gelişme süreci o dönemde anaokullarına devam eden öğrencilerin sayıları incelenerek gözlemlenebilir. Mesela 1960’ların başında anaokuluna giden öğrenci sayısı 40 bin civarındayken, 1970’lere gelindiğinde bu sayının iki katına, yani 90 binlere yaklaştığı görülmektedir. Bu süreç Batı Trakya’da ise sosyoekonomik ve politik nedenlerden ötürü çok farklı işlemiştir. Bölge ve özellikle azınlık neredeyse son 15 yıldır anaokul eğitimiyle tanıştı. Anaokulu eğitimi zorunlu eğitimi kapsamına alınınca azınlık eğitimi ile ilgili başta Lozan olmak üzere uluslararası hukuk seviyesindeki antlaşmalarda yer alan maddeler üzerinde uzmanların farklı görüşleriyle karşılaşıldı. Mesela Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni, “Trakya’daki Azınlığın Eğitimi” adlı kitabında, uluslararası hukuk kapsamında, azınlık eğitimi konusunda anaokulları için anadilde eğitim hakkının öngörülmediğini, Lozan’ın 41’inci maddesinin sadece ilkokuldan bahsettiğini, hatta daha sonra Türkiye ve Yunanistan arasında eğitim alanına yönelik getirilen düzenlemelerde (1951 Türk-Yunan Eğitim Antlaşması ve 1968 Kültür Protokolü) anaokulundan bahsedilmediğini, daha çok getirilen düzenlemelerin ortaöğretime yönelik olduğunu belirtmektedir. Aynı konuda uzman Profesör Baskın Oran ise Lozan Antlaşması’nın 41’inci maddesine göre, İstanbul ve Batı Trakya azınlıklarının eğitim özerkliğinin olduğunu ve buna anaokulunun da tabiatıyla dahil olduğunu söylemektedir.
Çiftdilli eğitimle ilgili olarak sürekli dile getirilen bir gerçek var ki, o da bir çocuğun anadilini iyi bilmeden başka bir yabancı dili iyi öğrenemeyeceğidir. Bu çok doğru, çünkü çocuk ancak anadiline göre düşünürek başka bir dili öğrenebilir.
Okul öncesi eğitimin 2007 eğitim ve öğretim ders yılından itibaren zorunlu eğitim kapsamına alınmasından sonra, anaokulları tartışması yoğun bir şekilde azınlığın gündemine oturdu. Azınlık çocuklarının devam ettiği devlet anaokullarına, yönetim, azınlıktan anaokul öğretmeni görevlendireceğini belirtirken, azınlığın Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği gibi kuruluşları okul öncesi eğitim sisteminin de azınlığın özel ve özerk yapısına dahil edimesini talep etmekteler . Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi azınlık kuruluşları özel ve özerk azınlık anaokulunu talep ederken, yine azınlık içerisinden bir kısım ise azınlık okulunun tam belli olmayacak şekilde “çiftdilli okul” ifadesiyle taleplerini ileri sürmekteler. Bu konuda bir diğer görüşse tamamen devlet anaokulu’nun olması. Bu sonuncusu zaten mevcut.
Yukarıda ismini belirttiğim Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni’nin, Eylül 2006’da Alexandria yayınlarından çıkan “Trakyadaki Azınlığın Eğitimi” başlıklı kitabı, özellikle azınlık eğitimi konusundaki araştırmacıların mutlaka kitaplıklarında bulundurmaları gereken bir çalışma. Bayan Askouni, okul öncesi eğitimle ilgili olarak kitabında çok ilginç bilgilere yer veriyor. Devlet anaokullarına giden azınlık öğrencilerinin sayıları hakkında istatistiki bilgilere de kitapta yer veriliyor. Mesela 1994-95 eğitim yılında Batı Trakya genelinde azınlığın ilkokul öğrenci sayısı 8.208 olarak belirtilirken, azınlık anaokul öğrencilerinin İskeçe ilinde 69, Rodop ilinde 43 ve Evros ilinde 32 olmak üzere, toplam 144 öğrencinin devlet anaokuluna devam ettiğini; 2002-2003 eğitim yılında ise, bu sayının neredeyse beşe katlanarak Batı Trakya genelinde anaokulu için toplam 784 öğrenciye ulaşıldığını belirtmekte. Ve bu artışa rağmen, ilkokul öğrenci sayısıyla kıyaslandığında, anaokuluna devam eden azınlık öğrencilerin sayısının yetersiz olduğu ifade edilmekte.
Bu doğru, fakat bunda çiftdilli anaokullarının olmayışının büyük etkisi var. Dolayısıyla ister azınlık, isterse devlet anaokulu olsun (ki bu ayrı bir konudur), devletin her şartta çiftdilli anaokulu seçeneğini sunması gerekmektedir. Böyle bir uygulama için, başta Lozan olmak üzere Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili anlaşmalara göre hareket etme dışında bile pekala çağdaş Avrupa normları da yeterlidir.
Öte yandan şunu da söylemekte yarar var. Devlet anaokullarına azınlık ailelerinin çocuklarını göndermeleri, yine azınlık içerisindeki bir kesim tarafından yoğun şekilde eleştirilmektedir. Mesela günümüzde revaçta olan “mahalle baskısı” taktiğiyle, azınlık basını da kullanılarak devlet anaokuluna çocuklarını gönderenleri hedef tahtasına oturtmak acaba ne kadar doğrudur? Zaten şu anda devlet anaokulu dışında herhangi bir alternatif yoktur. Bu sene eğitim-öğretim yılı başında yine azınlık basınında, ebeveynlerin çocuklarını devlet anaokuluna göndermemeleri çağrısında bulunulmuş ve göndermeyenlere uygulanacak 50 euro cezayı devletin tahsil edemeyeceği iddiasında bulunulmuştur. Tabii burada teknik bir ayrıntıdan bahsedilebilir. Çünkü Yunanistan’daki azınlık eğitimi 6 yılla sınırlıdır.
Yani zorunlu eğitim, devlet okulunda okuyana 10 yıl iken, azınlık okulunda okuyana 6 yıldır. Böylece “azınlık ilkokuluna başlayacak bir öğrencinin, devlet anaokuluna gitme zorunluluğu bulunmamaktadır” savınını öne sürmektedirler. Bu konu ayrıca işlenmeye ve teferruatıyla incelenmeye açık bir mevzudur. Fakat herhalükarda çocuğunu devlet anaokuluna göndermek isteyen gönderebilmeli ve buna kimsenin karışmaması ve kişilerin tercihlerine saygı gösterilmesi gerekir. Asimilasyon ifadesi kullanılırken de dikkatli kullanılmalıdır.
İşin bir diğer en enteresan yanı ise, azınlığın elit tabakasının neredeyse tamamı kendi çocuklarını devlet okullarına göndermeyi tercih etmektedir. Fakat normal bir azınlık insanı çocuğunu devlet okuluna gönderdiğinde, aynı tabaka tarafından “asimilasyon” tehdidiyle uyarılmaktadır. Biraz dürüst olalım. Öyle yazıldığı çizildiği gibi her şeyden asimile olunsaydı bu azınlık çoktan asimile olurdu. Mesela Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği çatısı altında faliyet gösteren Genç Akademisyenler Topluluğu devlet üniversitelerinde eğitim gören ünivesiteli öğrencilerden oluşmakta ve ülkenin farklı şehirlerinde şubeler açmaktadır. Bu çocuklar Yunanistan devlet üniversitelerinde okudukları halde neden denildiği gibi kolayca asimile olmadılar?
Devlet anaokuluna, ortaokulu ve lisesine ve ünivesitesine gitmekle asimile olunacağını iddia etmek pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerekir. Bu sadece ve sadece bir tercih meselesidir. Azınlık kendi içerisinde bu konuda birbirini eleştirmemeli, herkesin tercihlerine saygı gösterilmelidir.
Şu konuda azınlık hemfikirdir. Anadilde eğitim hakkına anaokullarında da sahip olunmalıdır. Elbette böyle kısa bir yazıda böylesine çetrefilli bir konuyu tam olarak anlatabilmek mümkün değil. Fakat hiç değilse şu gerçeği söyleyerek yazımı bitireyim. Hangisi olmuş hiç önemli değil, her halükarda azınlığın çiftdilli anaokulu talebi doğal ve makul bir taleptir.
Sayı:44
Şubat 2009
Zorunlu anaokulu eğitiminin Yunanistan’da daha yeni yeni gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizdeki anaokullarının ikinci dünya savaşı sonrası, sosyal ve ekonomik koşulların da değişmesiyle ülke çapında yaygınlaşmaya başladığını hatırlatmakta yarar var. 2007 yılında Yunanistan’da anaokulları zorunlu eğitim kapsamına alındı.
Daha çok sanayileşmenin yoğun olduğu bölgelerde kadınların iş hayatına atılmaları, coğrafi ve mesleki hareketlilik ve köyden kente göç nedeniyle ailelerin çocuklarını anaokuluna göndermeleri yaygınlaştı. 1950’lere kadar tamamen bir tarım ülkesi olan Yunanistanda, okul öncesi eğitimin gelişmesine yönelik olanaklar zaten kısıtlıydı. Fakat 1960’lar sonrası değişen sosyal ve ekonomik koşullar, ailelerin eğitiminde de önemli bir rol oynadı. Yaşanan gelişme süreci o dönemde anaokullarına devam eden öğrencilerin sayıları incelenerek gözlemlenebilir. Mesela 1960’ların başında anaokuluna giden öğrenci sayısı 40 bin civarındayken, 1970’lere gelindiğinde bu sayının iki katına, yani 90 binlere yaklaştığı görülmektedir. Bu süreç Batı Trakya’da ise sosyoekonomik ve politik nedenlerden ötürü çok farklı işlemiştir. Bölge ve özellikle azınlık neredeyse son 15 yıldır anaokul eğitimiyle tanıştı. Anaokulu eğitimi zorunlu eğitimi kapsamına alınınca azınlık eğitimi ile ilgili başta Lozan olmak üzere uluslararası hukuk seviyesindeki antlaşmalarda yer alan maddeler üzerinde uzmanların farklı görüşleriyle karşılaşıldı. Mesela Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni, “Trakya’daki Azınlığın Eğitimi” adlı kitabında, uluslararası hukuk kapsamında, azınlık eğitimi konusunda anaokulları için anadilde eğitim hakkının öngörülmediğini, Lozan’ın 41’inci maddesinin sadece ilkokuldan bahsettiğini, hatta daha sonra Türkiye ve Yunanistan arasında eğitim alanına yönelik getirilen düzenlemelerde (1951 Türk-Yunan Eğitim Antlaşması ve 1968 Kültür Protokolü) anaokulundan bahsedilmediğini, daha çok getirilen düzenlemelerin ortaöğretime yönelik olduğunu belirtmektedir. Aynı konuda uzman Profesör Baskın Oran ise Lozan Antlaşması’nın 41’inci maddesine göre, İstanbul ve Batı Trakya azınlıklarının eğitim özerkliğinin olduğunu ve buna anaokulunun da tabiatıyla dahil olduğunu söylemektedir.
Çiftdilli eğitimle ilgili olarak sürekli dile getirilen bir gerçek var ki, o da bir çocuğun anadilini iyi bilmeden başka bir yabancı dili iyi öğrenemeyeceğidir. Bu çok doğru, çünkü çocuk ancak anadiline göre düşünürek başka bir dili öğrenebilir.
Okul öncesi eğitimin 2007 eğitim ve öğretim ders yılından itibaren zorunlu eğitim kapsamına alınmasından sonra, anaokulları tartışması yoğun bir şekilde azınlığın gündemine oturdu. Azınlık çocuklarının devam ettiği devlet anaokullarına, yönetim, azınlıktan anaokul öğretmeni görevlendireceğini belirtirken, azınlığın Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği gibi kuruluşları okul öncesi eğitim sisteminin de azınlığın özel ve özerk yapısına dahil edimesini talep etmekteler . Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi azınlık kuruluşları özel ve özerk azınlık anaokulunu talep ederken, yine azınlık içerisinden bir kısım ise azınlık okulunun tam belli olmayacak şekilde “çiftdilli okul” ifadesiyle taleplerini ileri sürmekteler. Bu konuda bir diğer görüşse tamamen devlet anaokulu’nun olması. Bu sonuncusu zaten mevcut.
Yukarıda ismini belirttiğim Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni’nin, Eylül 2006’da Alexandria yayınlarından çıkan “Trakyadaki Azınlığın Eğitimi” başlıklı kitabı, özellikle azınlık eğitimi konusundaki araştırmacıların mutlaka kitaplıklarında bulundurmaları gereken bir çalışma. Bayan Askouni, okul öncesi eğitimle ilgili olarak kitabında çok ilginç bilgilere yer veriyor. Devlet anaokullarına giden azınlık öğrencilerinin sayıları hakkında istatistiki bilgilere de kitapta yer veriliyor. Mesela 1994-95 eğitim yılında Batı Trakya genelinde azınlığın ilkokul öğrenci sayısı 8.208 olarak belirtilirken, azınlık anaokul öğrencilerinin İskeçe ilinde 69, Rodop ilinde 43 ve Evros ilinde 32 olmak üzere, toplam 144 öğrencinin devlet anaokuluna devam ettiğini; 2002-2003 eğitim yılında ise, bu sayının neredeyse beşe katlanarak Batı Trakya genelinde anaokulu için toplam 784 öğrenciye ulaşıldığını belirtmekte. Ve bu artışa rağmen, ilkokul öğrenci sayısıyla kıyaslandığında, anaokuluna devam eden azınlık öğrencilerin sayısının yetersiz olduğu ifade edilmekte.
Bu doğru, fakat bunda çiftdilli anaokullarının olmayışının büyük etkisi var. Dolayısıyla ister azınlık, isterse devlet anaokulu olsun (ki bu ayrı bir konudur), devletin her şartta çiftdilli anaokulu seçeneğini sunması gerekmektedir. Böyle bir uygulama için, başta Lozan olmak üzere Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili anlaşmalara göre hareket etme dışında bile pekala çağdaş Avrupa normları da yeterlidir.
Öte yandan şunu da söylemekte yarar var. Devlet anaokullarına azınlık ailelerinin çocuklarını göndermeleri, yine azınlık içerisindeki bir kesim tarafından yoğun şekilde eleştirilmektedir. Mesela günümüzde revaçta olan “mahalle baskısı” taktiğiyle, azınlık basını da kullanılarak devlet anaokuluna çocuklarını gönderenleri hedef tahtasına oturtmak acaba ne kadar doğrudur? Zaten şu anda devlet anaokulu dışında herhangi bir alternatif yoktur. Bu sene eğitim-öğretim yılı başında yine azınlık basınında, ebeveynlerin çocuklarını devlet anaokuluna göndermemeleri çağrısında bulunulmuş ve göndermeyenlere uygulanacak 50 euro cezayı devletin tahsil edemeyeceği iddiasında bulunulmuştur. Tabii burada teknik bir ayrıntıdan bahsedilebilir. Çünkü Yunanistan’daki azınlık eğitimi 6 yılla sınırlıdır.
Yani zorunlu eğitim, devlet okulunda okuyana 10 yıl iken, azınlık okulunda okuyana 6 yıldır. Böylece “azınlık ilkokuluna başlayacak bir öğrencinin, devlet anaokuluna gitme zorunluluğu bulunmamaktadır” savınını öne sürmektedirler. Bu konu ayrıca işlenmeye ve teferruatıyla incelenmeye açık bir mevzudur. Fakat herhalükarda çocuğunu devlet anaokuluna göndermek isteyen gönderebilmeli ve buna kimsenin karışmaması ve kişilerin tercihlerine saygı gösterilmesi gerekir. Asimilasyon ifadesi kullanılırken de dikkatli kullanılmalıdır.
İşin bir diğer en enteresan yanı ise, azınlığın elit tabakasının neredeyse tamamı kendi çocuklarını devlet okullarına göndermeyi tercih etmektedir. Fakat normal bir azınlık insanı çocuğunu devlet okuluna gönderdiğinde, aynı tabaka tarafından “asimilasyon” tehdidiyle uyarılmaktadır. Biraz dürüst olalım. Öyle yazıldığı çizildiği gibi her şeyden asimile olunsaydı bu azınlık çoktan asimile olurdu. Mesela Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği çatısı altında faliyet gösteren Genç Akademisyenler Topluluğu devlet üniversitelerinde eğitim gören ünivesiteli öğrencilerden oluşmakta ve ülkenin farklı şehirlerinde şubeler açmaktadır. Bu çocuklar Yunanistan devlet üniversitelerinde okudukları halde neden denildiği gibi kolayca asimile olmadılar?
Devlet anaokuluna, ortaokulu ve lisesine ve ünivesitesine gitmekle asimile olunacağını iddia etmek pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerekir. Bu sadece ve sadece bir tercih meselesidir. Azınlık kendi içerisinde bu konuda birbirini eleştirmemeli, herkesin tercihlerine saygı gösterilmelidir.
Şu konuda azınlık hemfikirdir. Anadilde eğitim hakkına anaokullarında da sahip olunmalıdır. Elbette böyle kısa bir yazıda böylesine çetrefilli bir konuyu tam olarak anlatabilmek mümkün değil. Fakat hiç değilse şu gerçeği söyleyerek yazımı bitireyim. Hangisi olmuş hiç önemli değil, her halükarda azınlığın çiftdilli anaokulu talebi doğal ve makul bir taleptir.
Müftülerin şer’î yetkileri rafa mı kaldırılıyor?
Azınlıkça
Sayı:43
Ocak 2009
Son dönemlerde ilginçtir, gerek yerel ve gerekse ulusal yunan basınında müftülerin şer-i yetkilerinin kaldırılacağı yönünde haberler yayınlanıyor. Gerçi son yıllarda bu konu üzerine yapılan bazı etkinlikler ve toplantıların yanısıra öteden beri müftülerin hakimlik yetkileri ve kaldırılması konusu tartışılıyor. Hatta diyebilirim ki, azınlık basını içerisinde bu konuyu en çok işleyen dergimizin yazarları olmuştur. Onun için esasında yapılan bu haberler ve yayınlar azınlık basını için yeni degil. Fakat son dönemlerde konunun üzerine yoğunlaşılması akla bazı soru işaretleri getiriyor. 04.01.2009 tarihli Eleftherotipia gazetesinde “Seçilmiş Müftü” başlığı altında yayınlanan haberde, Yunanistan Dişişleri Bakanlığı’nın Türk hükümetine, müftülerden şer-i yetkilerin alınması ön koşuluyla, müftülerin seçilmesi talebinin yerine getirebileceğini, Türk tarafının ise bu teklife henüz herhangi bir yanıt vermediğini belirtmiş. Eş zamanlı olarak Hronos gazetesi de buna benzer yorum ve haberler yayınladı. Bütün bunlar ne kadar doğrudur bilinmez, fakat bir gerçek var ki şer-i yetkilerin işleyişi sorun kabul ediliyor ve kaldırılmaları üzerine pazarlıklar yapılıyor. Peki bu konuda azınlığın görüşü ne? Bunu öğrenmek için müftülüklerde yapılan evlilik ve boşanma oranlarına bakmak gerekiyor. Acaba azınlığın kaçta kaçı çağdaşlığa ters olduğu için veya tayinli müftüye gitmek istemediğinden evliliğini belediyede gerçekleştiriyor? Sanırım çok düşük bir oran. Devletin, şer-i yetkiler nedeniyle müftüyü tayin ettiğini dile getirmesi bence ucuz bir iddia. Bunun teamüller gereği yapıldığını söylemek daha gerçekçi olur. Müftü seçimiyle şer-i yetkiler pazarlık konusu yapılmamalı. Şer-i hukuk ve bu bağlamda müftülere verilen yetkiler azınlığa özgü ve azınlığa tanınmış bir hakkı oluşturmaktadır. Dolayısıyla kaldırılmaları azınlık hakları açısından pazarlık konusu edilemez. Azınlık müftülere verilen şer-i yetkilerin kaldırılmasını talep etmiş olsaydı zaten nikah ve boşanma işlemlerini belediyelerde yaparak kendi kendine bu hakkından feragat etmiş olurdu. Dolayısıyla üçüncü kişilerin azınlık adına şer-i yetkiler nedeniyle insan hakları savunuculuğu yapmalarına lüzum yok. Ayrıca şer-i yetkilerin bazı politik oyunlara kurban edilmesi de düşünülemez. Malesef bu konuda sağlıklı ve iyi niyetli bir yaklaşımın olmaması çok üzücü. Herkes peşin olarak şer-i yetkilerin kaldırılması ön koşuluyla müftülük seçiminden bahsediyor. Peki millete bunu sordunuz mu? Şer-i yetkiler kaldırıldıktan sonra “nihayet müftümüzü seçtik, gidin siz artık belediyede mi evlenin” diyeceksiniz? Bazıları kadılık sisteminin getirilmesini ve evlilik boşanma işlemlerini yapacak bir kadılılık makamının oluşturulmasından bahsediyorlar. İyi çok güzel, ilk önce bu kadı bulunsun, devlet tarafından tanınsın ondan sonra şer-i yetkiler müftülerden alınıp bu kadının uhdesine verilsin! Konuyla ilgilenen hukukçu ve siyasiler kendilerine göre görüşlerini ortaya koyabilirler. Fakat verilmiş bir hakkın kaldırılması gündeme getiriliyorsa, bu konu siyasileri de hukukçuları da aşar. Azınlığın bizzat kendisi bu hakkın muhatabıdır ve azınlığın seçilmişleri de bu konuda kendilerini tam yetkili görmemeli. Bu durumlarda devletler bile referanduma başvurmaktadır. Azınlığa sorulsun, “Belediyelerde mi evlenmek istiyorsunuz, müftülüklerde mi?” diye. Çıkacak sonuç ne olur bütün kamuoyu bunu görür ve buna göre kararlar alınabilir. Eğer miras hukuku konularında medeni hukuk tercih ediliyorsa buna göre düzenlemeler getirilir.
Müftülere verilen şer-i yetkilerin insan hakları boyutunda ele alınması ve bunun tartışmaya açılması doğaldır. Fakat şimdiye kadar konuya bu zaviyeden yaklaşanlarda her nedense bir önyargı var ve tarafsız olarak konuya yaklaşamıyorlar. Örnek verecek olursak Trakya Dimokrityos Üniversitesi’nde insan hakları dersi veren hukukçu sn. Ktistakis, müftülük arşivlerindeki kararları tek tek inceleyerek yargısız infaz edercesine 5.000 karardan 4.900’ünün anayasaya aykırı olduğu hükmüne vararak şeri yetkilerin kaldırılması gerektiğini, bunun başta insan hakları olmak üzere Avrupa demokrasisine ve çağdaşlığa aykırı olduğunu kitaplarında ve neredeyse katıldığı her platrformda dile getiriyor. Sn. Ktistakis’in görüşlerine saygı duyuyoruz, fakat bir hukukçu olarak konuya tarafsız yaklaşmadığını kendisine hatırlatmamız gerekiyor; kaldı ki şer-i yetkilerin kaldırılıp kaldırılmaması konusunda son kararı vermesi gereken de azınlığın kendisidir.
Öte yandan bu derginin satırlarından hep söyledik ve söylemeye devam edecez. Şer-i yetkiler konusunda müftülüklere de önemli görevler düşmektedir. Bu konuda bazı düzenlemelerin yapılması şarttır. Öncelikle müftülüklerde uygulanan işlemler maddeler halinde yazılarak bir hukuk kitabı halinde toplanmalı, erken evliliklere izin verilmemeli, çocukların velayeti ve miras hukuku konularında dikkatli kararlar alınmalıdır. Yoksa şahısların yaptığı bazı hukuki yanlışların bedelini kendileri değil, azınlık hakkı olan şer-i hukuk ödeyecektir.
Sayı:43
Ocak 2009
Son dönemlerde ilginçtir, gerek yerel ve gerekse ulusal yunan basınında müftülerin şer-i yetkilerinin kaldırılacağı yönünde haberler yayınlanıyor. Gerçi son yıllarda bu konu üzerine yapılan bazı etkinlikler ve toplantıların yanısıra öteden beri müftülerin hakimlik yetkileri ve kaldırılması konusu tartışılıyor. Hatta diyebilirim ki, azınlık basını içerisinde bu konuyu en çok işleyen dergimizin yazarları olmuştur. Onun için esasında yapılan bu haberler ve yayınlar azınlık basını için yeni degil. Fakat son dönemlerde konunun üzerine yoğunlaşılması akla bazı soru işaretleri getiriyor. 04.01.2009 tarihli Eleftherotipia gazetesinde “Seçilmiş Müftü” başlığı altında yayınlanan haberde, Yunanistan Dişişleri Bakanlığı’nın Türk hükümetine, müftülerden şer-i yetkilerin alınması ön koşuluyla, müftülerin seçilmesi talebinin yerine getirebileceğini, Türk tarafının ise bu teklife henüz herhangi bir yanıt vermediğini belirtmiş. Eş zamanlı olarak Hronos gazetesi de buna benzer yorum ve haberler yayınladı. Bütün bunlar ne kadar doğrudur bilinmez, fakat bir gerçek var ki şer-i yetkilerin işleyişi sorun kabul ediliyor ve kaldırılmaları üzerine pazarlıklar yapılıyor. Peki bu konuda azınlığın görüşü ne? Bunu öğrenmek için müftülüklerde yapılan evlilik ve boşanma oranlarına bakmak gerekiyor. Acaba azınlığın kaçta kaçı çağdaşlığa ters olduğu için veya tayinli müftüye gitmek istemediğinden evliliğini belediyede gerçekleştiriyor? Sanırım çok düşük bir oran. Devletin, şer-i yetkiler nedeniyle müftüyü tayin ettiğini dile getirmesi bence ucuz bir iddia. Bunun teamüller gereği yapıldığını söylemek daha gerçekçi olur. Müftü seçimiyle şer-i yetkiler pazarlık konusu yapılmamalı. Şer-i hukuk ve bu bağlamda müftülere verilen yetkiler azınlığa özgü ve azınlığa tanınmış bir hakkı oluşturmaktadır. Dolayısıyla kaldırılmaları azınlık hakları açısından pazarlık konusu edilemez. Azınlık müftülere verilen şer-i yetkilerin kaldırılmasını talep etmiş olsaydı zaten nikah ve boşanma işlemlerini belediyelerde yaparak kendi kendine bu hakkından feragat etmiş olurdu. Dolayısıyla üçüncü kişilerin azınlık adına şer-i yetkiler nedeniyle insan hakları savunuculuğu yapmalarına lüzum yok. Ayrıca şer-i yetkilerin bazı politik oyunlara kurban edilmesi de düşünülemez. Malesef bu konuda sağlıklı ve iyi niyetli bir yaklaşımın olmaması çok üzücü. Herkes peşin olarak şer-i yetkilerin kaldırılması ön koşuluyla müftülük seçiminden bahsediyor. Peki millete bunu sordunuz mu? Şer-i yetkiler kaldırıldıktan sonra “nihayet müftümüzü seçtik, gidin siz artık belediyede mi evlenin” diyeceksiniz? Bazıları kadılık sisteminin getirilmesini ve evlilik boşanma işlemlerini yapacak bir kadılılık makamının oluşturulmasından bahsediyorlar. İyi çok güzel, ilk önce bu kadı bulunsun, devlet tarafından tanınsın ondan sonra şer-i yetkiler müftülerden alınıp bu kadının uhdesine verilsin! Konuyla ilgilenen hukukçu ve siyasiler kendilerine göre görüşlerini ortaya koyabilirler. Fakat verilmiş bir hakkın kaldırılması gündeme getiriliyorsa, bu konu siyasileri de hukukçuları da aşar. Azınlığın bizzat kendisi bu hakkın muhatabıdır ve azınlığın seçilmişleri de bu konuda kendilerini tam yetkili görmemeli. Bu durumlarda devletler bile referanduma başvurmaktadır. Azınlığa sorulsun, “Belediyelerde mi evlenmek istiyorsunuz, müftülüklerde mi?” diye. Çıkacak sonuç ne olur bütün kamuoyu bunu görür ve buna göre kararlar alınabilir. Eğer miras hukuku konularında medeni hukuk tercih ediliyorsa buna göre düzenlemeler getirilir.
Müftülere verilen şer-i yetkilerin insan hakları boyutunda ele alınması ve bunun tartışmaya açılması doğaldır. Fakat şimdiye kadar konuya bu zaviyeden yaklaşanlarda her nedense bir önyargı var ve tarafsız olarak konuya yaklaşamıyorlar. Örnek verecek olursak Trakya Dimokrityos Üniversitesi’nde insan hakları dersi veren hukukçu sn. Ktistakis, müftülük arşivlerindeki kararları tek tek inceleyerek yargısız infaz edercesine 5.000 karardan 4.900’ünün anayasaya aykırı olduğu hükmüne vararak şeri yetkilerin kaldırılması gerektiğini, bunun başta insan hakları olmak üzere Avrupa demokrasisine ve çağdaşlığa aykırı olduğunu kitaplarında ve neredeyse katıldığı her platrformda dile getiriyor. Sn. Ktistakis’in görüşlerine saygı duyuyoruz, fakat bir hukukçu olarak konuya tarafsız yaklaşmadığını kendisine hatırlatmamız gerekiyor; kaldı ki şer-i yetkilerin kaldırılıp kaldırılmaması konusunda son kararı vermesi gereken de azınlığın kendisidir.
Öte yandan bu derginin satırlarından hep söyledik ve söylemeye devam edecez. Şer-i yetkiler konusunda müftülüklere de önemli görevler düşmektedir. Bu konuda bazı düzenlemelerin yapılması şarttır. Öncelikle müftülüklerde uygulanan işlemler maddeler halinde yazılarak bir hukuk kitabı halinde toplanmalı, erken evliliklere izin verilmemeli, çocukların velayeti ve miras hukuku konularında dikkatli kararlar alınmalıdır. Yoksa şahısların yaptığı bazı hukuki yanlışların bedelini kendileri değil, azınlık hakkı olan şer-i hukuk ödeyecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)